Ahmed Yesevî’nin, hâcegân silsilesine mensup olduğu iddiasıyla kendisine Hoca Ahmed Yesevî de derler; onun tarihî hüviyetini gösterecek vesikalar o kadar az ve o derece menkıbelerle karışıktır ki, bütün bunların tenkit ve tahlili neticesinde bile katî bir hükme varmak kabil olamıyor. Mamafih, vereceğimiz malumatın, teferruat bakımından değilse bile, umumî hatlar itibariyle hakikate çok yakın olduğunu söyleyebiliriz. Ahmed, XI. asrın ikinci yarısında, garbî Türkistan’da şimdiki Çimkent şehrinin biraz şarkında Sayram kasabasında doğdu, İsfîcâb veya Akşehir isimleri ile de maruf olup, o sıralarda İslâm kültürünün mühim bir merkezi olan bu kasabada Türkler ve İranlılar yaşamakta idiler. İbrahim adlı bir şeyhin oğlu olan Ahmed yedi yaşında babasını kaybetti ve ablası ile beraber -sonradan Türkistan adını almış olan- Yesi şehrine gelerek, orada yerleşti. Türk menkıbesinde Oğuz Han’ın payitahtı olarak gösterilen bu şehirde, o sırada Arslan Baba adlı meşhur bir Türk şeyhinin temsil ettiği bir tasavvuf an’anesi mevcuttu. Ahmed ilk tahsil yıllarını burada geçirdikten sonra, Mâveraünnehir’in büyük İslâm merkezi olan Buhara’ya geldi. Selçukîleri metbu olarak tanıyan Karahanlılar’ın hâkimiyeti altındaki bu şehir, o sırada İslâm kültürünün çok mühim bir merkezi idi. Ahmed, Buhara’da, devrin en ileri gelen âlim ve mutasvvıflarından Şeyh Yusuf Hemedanî’ye intisap ederek onun şiddetle nüfûzu altında kaldı ve onunla beraber birçok yerler gezdi. Şeyhinin büyük teveccühünü kazanarak, onun üçüncü, halifesi olan Ahmed, ilk iki halifeden sonra, 555 (1160)’te Buhara’da şeyhin postuna geçti; fakat onun eski bir işareti mucibince, biraz sonra Yesi’ye döndü ve ölümüne kadar bu şehirde kuvvetli bir tasavvuf davetkârlığı yaptı.
Asya’nın her tarafında tarikatlerin kuvvetlendiği, her köşede tekkeler yükseldiği bu esnada, şarkî Türkistan’da, Kulça civarında, Yedisu havâlisinde yeni ve kuvvetli bir İslâmlaşma ceryanı da inkişaf ediyordu. İşte Ahmed Yesevî bu müsait şartlar içinde, Sır-derya havâlisinde, Taşkent ve mülhakatında Seyhun ötesindeki bozkırlarda büyük bir nüfuz kazandı. Onun etrafında toplananlar, İslâmiyete yeni, fakat çok kuvvetli ve samimî rabıtalarla bağlanmış göçebe yahut köylü Türklerdi. Binaenaleyh İslâm ilimlerini ve İran edebiyatını pek iyi bilmekle beraber, müridlerine dervîşlik âdabını telkin için, anlayabilecekleri bir dil ile hitap etmek mecburiyetinde kaldı ve Türklerin halk edebiyatından aldığı nazım şekilleri, hece vezni ve oldukça basit bir dil ile sûfîyane manzumeler yazdı bunlara, alelâde şiirlerden ayırt etmek için “hikmet” derler. Ahmed Yesevî’nin İbrahim adlı bir oğlu olmuş ise de daha babasının hayatında ölmüştür son zamanlara gelinceye kadar kendilerini Ahmed Yesevî sülâlesinden addeden birçok kimselerin nesebi ise, onun Gevher Şehnaz adlı kızına ulaşır. Ahmed Yesevî’nin vefatından sonra mezarı üzerinde yapılmış olan türbe ve hânkâhın Timur tarafından yeniden muhteşem bir şekilde, yaptırıldığını ve inşaatın iki yıl sürdüğünü biliyoruz. XIV. asırda, yalnız Mâverâünnehr’in şehirli halkı değil, bozkır göçebeleri arasında da çok mühim bir ziyaretgâh olan bu mezarın tamiri, Timur’un umumiyetle takip ettiği dinî siyaset plânına çok uygundur. Uzmanlar tarafından bu devir mimarisinin en parlak mahsullerinden biri olarak kabul edilen bu türbe, cami ve hângâh, Timur’dan başlayarak muhtelif asırlarda, muhtelif Türk hükümdarları tarafından ziyaret edilen bu türbe, yakın yıllara kadar, orta Asya ve Volga Türklerinin ve bilhassa Özbek ve Kazakların mukaddes bir ziyaretgâhı olmuş, bozkır göçebeleri arasında şiddetle hâkim bir Yesevî kültünün merkezi hâline girmiştir. Bilhassa kış ortasına tesadüf eden muayyen bir zamanda, her yıl burada on binlerce insan toplanır ve bir hafta âyin yapılırdı. Yesevî menkıbelerinin asırlarca yaşadığı bu sahalarda Yesevî müridlerine ait birçok türbe harabelerine hâlâ tesadüf edilir. Timur zamanında -hattâ daha evvel ve daha sonra- zengin vakıflara mâlik olan bu mukaddes mezar civarında gömülmek Özbek-Kazaklar için bir idealdir.
Bugün elimizde Ahmed Yesevî tarafından yazıldığı muhakkak hiçbir eser mevcut değildir, ölümünden asırlarca sonra yazılmış muhtelif tasavvuf kitaplarında yahut menakıp mecmualarında ona isnad edilen bazı sözler, bazı hareketler, birtakım menkıbeler, Ahmed Yesevî’nin mutasavvıf şahsiyeti hakkında bize tam ve doğru bir fikir verebilmekten çok uzaktır. Esasen bu eserlerden birçoğunun orta Asya’da Nakşibendiye tarikatinin kuruluşundan ve XV. asırda Osmanlı imparatorluğu memleketlerine yayılışından sonra vücuda geldiği muhakkaktır. Hâlbuki, Babaî, Hayderî ve Bektaşî an’anelerinin Ahmed Yesevî hakkındaki rivayetleri, şüphesiz, tarihî hakikate daha yakındır. Binaenaleyh burada Yusuf Hemedanî halifelerinden olan Ahmed Yesevî’nin, bir taraftan Horasan melâmiyesinin, diğer tarafdan şarkî Türkistan ve Seyhun havalisindeki şi’î cereyanlarının tesiri altında, oldukça geniş ve serbest bir tasavvuf felsefesine sahip olduğu tahmin edilebilir. Fakat buna rağmen bu tarikat, Mâverâünnehr ve Hârizm’in büyük sünnî merkezlerinde daha ziyade “Ortodoks / Sünnî” bir mahiyet arzetmiş olmalıdır. Ahmed Yesevî, Yesi’ye yerleşerek, propagandasını daha ziyade göçebe ve köylü bozkır Türkleri arasında teksif edince, Yesevîlik, ister istemez bu muhitin şartlarına tetabuk mecburiyetinde kaldı. Bu Türkler samimî Müslüman olmakla beraber, İslâmiyet anlayışları, tabiatiyle çok sathî ve şeklî idi; binaenaleyh Yesevîlik bu göçebe Türk muhitinde eski Türk kabîle an’aneleri ile geçmiş gelenek unsurları karışmak mecburiyetinde kaldı: Nakşibendî an’anelerinde bile Ahmed Yesevî’nin zikir meclislerinde kadınlar ile erkeklerin bir arada bulundukları hakkında rivayetler vardır.
Ahmed Yesevî’ ye ait menkıbeler ile tarihî rivayetleri tenkidî bir şekilde mezcedersek, Yeseviye tarikatinin tarihî ve coğrafî inkişafı hakkında şu neticelere varabiliriz; bir Türk sûfîsi tarafından hâlis bir Türk muhitinde kurulan bu ilk büyük Türk tarikati, ilkin Seyhun havâlisinde, Taşkent civarında ve Şarkî Türkistan’da kuvvetle yerleşmiş, sonra Türk dil ve kültürünün Mâverâünnehr ve Hârizm sahalarında kuvvetlenmesi ile dayanışma içerisinde olarak oralarda da ehemmiyet kazanmıştır. Seyhun vadisinden ve Hârizm’den bozkırlara ve Bulgar sahasına yayılan Yesevîlik, galiba Moğol istilâsı neticesinde, Horasan, İran, Azerbaycan mıntıkalarındaki Türkler arasında da mevcudiyetini gösterdikten sonra, XIII. asırda Anadolu’ya da girmiştir. Yesevî şeyhlerinin, bazen dervîşleri ile beraber küçük zümreler hâlinde, bu muhaceretleri, yavaş yavaş azalmakla beraber, XIV. asırda da devam etti: Hacı Bektaş ve Sarı Saltuk gibi, en maruf Anadolu sûfîlerinden başka, Azerbaycan ve Anadolu sahalarındaki bir çok Yesevî dervîşlerinin an’aneleri XVII. asırda hâlâ Dersim’deki kızılbaş kürt aşiretlerinden mühim bir kısmının, bugün bile, Ahmed Yesevî’ye mensup olduklarını iddia etmeleri, Yesevî propagandasının vaktiyle Anadolu’da ne kadar mühim bir rol oynadığını izaha kâfidir. Horasan’da daha XIII. asırda Hayderiye tarikatının doğmasında müessir olan Yesevîlik, yine bu asrın ikinci nısfında Anadolu’da Babaî ve Bektaşî tarikatlerinin teşekkülünde de mühim bir âmil oldu. (Köprülü, Ahmed Yesevî mad., İA)